Yol Gösteren Demokratik Planlama Güdümünde Piyasa Ekonomisi
12.09.2013 19:32GİRİŞ
Tarih boyunca insan ve toplum ilişkileri karmaşık özellikler göstermiş, tabiata karşı verilen mücadelede insan emeği ve bunun örgütlenme biçimi, değişik biçimler almış, biçimler değiştikçe, siyasi yapılar değişmiş, savaş ve barış dönemleri, baskı ve ticaret dönemleri birbirini izlemiş/tamamlamış ve tüm bu gelişimi açıklamak için çeşitli kuramlar ileri sürülmüştür.
Hıristiyan filozoflara göre; bütün milletler, kaderi ancak tanrının planıyla bağlantılı olarak anlaşılabilir olan, daha genel bir insanlığın alt dallarından ibarettir. Tarih, tanrının insanı yaratması ile başlamıştır. Dünyanın yaratılışı, aydınlık ile karanlık arasındaki çatışmanın ürünüdür. İnsan ruhu, karanlığa karışmış aydınlığın ögesidir. Kurtuluş, karanlığa yakalanmış olan ışık parçacıklarının gerçek yurtlarına dönmesi ile gerçekleşecektir [1]. Tarih, mahşer gününde insanın kurtuluşu ile birlikte; (tanrının imparatorluğunun başlamasıyla) sona erecektir.
Daha sonra ünlü filozof Kant tarihsel gelişmenin evrensel yasalarını tespit etmeye çalışmıştır. Filozofun, “Kozmopolit Bir Bakış Açısından Genel Bir Tarih Fikri” başlığını taşıyan makalesinde açıkladığı görüşlere göre, evrensel ve amaca yönelik bir tarih yazımı mümkündür. Asosyal bir sosyal varlık olan insan, bu bencil çelişki sebebiyle diğer insanlara karşı yürüttüğü savaşımı bırakarak, özgürlükçü bir toplumda onlarla birleşmek zorundadır (çünkü böyle bir savaş dahi, hükmedebileceği insanların varlığı halinde mümkün olacaktır). Bu şekilde oluşan toplumlar da, bilimsel, sanatsal, teknolojik gelişmeyi teşvik ederek, birbirleri ile rekabet etmeyi sürdüreceklerdir. Kant, sadece evrensel gelişmenin yasalarını tespit etmekle yetindiğini; tarih yazımının, tarihçilerin görevi olduğunu belirtmiştir.
Kant’ın evrensel tarih yazımına ilişkin teklifine yanıt, Hegel’den gelmiştir. Filozofun görüşüne göre; tarih, aklın (kolektif insan bilincinin) kendisine (varlığına) ilişkin bilgiyi işleme sürecidir. Hegel’e göre, bu süreci işleten dinamik; arzu edilme arzusu; kabul görme isteğidir. İnsanı özgürleştiren, tabiat kanunları tarafından belirlenen istek ve arzularının dışında, ahlaki tercihler yapabilme imkânı sunan özelliği, kendisine değer biçme ve bu değeri, diğer insanlara kabul ettirme arzusudur. İşte her insan, diğerleriyle bu kabul görme arzusu sebebiyle mücadele eder. Tarihi ilerleten süreç budur. Her toplumsal düzen, bu mücadele üzerine kurulur ve bu çelişkiyi çözemeyen toplumsal düzen çöker; yerine yeni bir düzen kurulur. Efendi ile köle arasındaki bu mücadele, tüm insanların, karşılıklı olarak ve eşit seviyede birbirlerinin kabul görme arzusunu tatmin ettikleri anayasal bir düzende sona erer. Bu mücadele sürecinde varlık, bireysel bilinci kolektif akla dönüştürür[2].
Hegel’in görüşlerinden yola çıkan Marks ve Engels, “tarihsel materyalizm” felsefesini kurmuşlardır. Bu kurama göre; toplumsal gelişme, iç çelişkilerin dinamiği ile gerçekleşir. İnsanların, üretim süreci içinde gerek birbirleriyle, gerekse üretim araçları ile olan ilişkileri; bu sonunculara sahip olup olmamaları bakımından toplumsal sınıfları ortaya çıkarır. İşte bu sınıfların -yine üretim süreci içerisindeki- çatışmaları, toplumsal gelişmeyi meydana getirir[3]. Sınıfsız toplum niteliği taşıyan “ilkel kominal düzen”de başlayan yolculuk; köleci, feodal ve kapitalist toplumlarla devam etmiştir. Bu gelişme, proletaryanın, uygulayacağı diktatörlük ile burjuva sınıfını tasfiye etmesi sonucunda, sömürücü sınıfların ortadan kalkması ve bunun sonucunda da devletin sönmesi ile nihayete erecektir[4].
TOPLUMSAL GELİŞMEYİ BELİRLEYEN ASLÎ ÇELİŞKİ NEDİR?
İnsanın birbirinden tamamen farklı iki temel niteliği bulunmaktadır: Birincisi, biyolojik olarak bağımsız bir varlıktır; ikincisiyse, aynı zamanda sosyal bir varlıktır ve bu açıdan topluma bağımlıdır. Var oldukları günden bu yana insanlar, hayatlarını topluluk olarak sürdürmüşlerdir.
İnsanı insan yapan, diğer canlılardan farklı kılan, sosyal varlığıdır. Çünkü düşünme, konuşma, iletişim kurma, araç yapma ve estetik yetilerini oluşturan ve geliştiren, diğer insanların varlığıdır; onlarla kurduğu bağlar bu yetilerin gelişmesini sağlamıştır.
İnsanın bu iki temel niteliği birbiriyle çelişmektedir; insan ilişkilerinin gelişiminde, toplumların şekillenmesinde, tabiatla olan ilişkilerde belirleyici olan, bu çelişkidir. Bu çelişki şu şekilde gerçekleşmektedir:
Her insan etkinliğinin iki yönü bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, doğrudan kendisini ilgilendiren yönüdür; çünkü her insan, varlığını sürdürmek için tabiatla temas halinde olmak, çalışıp üretmek zorundadır. Bu, insanın kendisi için gerçekleştirdiği etkinliktir. Ancak bu faaliyet, aynı zamanda, diğer insanlar, yani toplum için sunulmuş bir hizmet, diğer insanların eksik kalan yönlerini tamamlayan bir eylemdir. Örneğin (pazar için üreten) bir çiftçi, ürettiği ürünleri satıp parasıyla geçinmek için faaliyet gösterir. Bu etkinliğin birinci yönüdür. Ancak bu faaliyet, diğer insanların gıda ihtiyacını gidermektedir. Bu da etkinliğin ikinci yönüdür.
İnsan tüm etkinliklerinde, onu insan yapanın, sosyal bağı/bağımlılığı olduğunu unutur ve biyolojik olarak bağımsız bir varlık olmanın etkisiyle, faaliyetin sadece birinci yönünü önemser, kendini ona göre hazırlar, etkinliğin bu yönünden azami verimi almak için çaba gösterir. Etkinliğin ikinci yönü ise sadece birinci yönün verimini ilgilendirdiği ölçüde önemlidir; çünkü insan, hiçbir yönden ve elbette sosyal açıdan bağımlı olmayı kabullenmek istemez.
Oysa her insan topluluğu/giderek toplumu[5], bütünleşebildiği toplulukların/giderek toplumların toplam seviyesi ile tanımlanabilmektedir. Örneğin kapalı bir tarım topluluğu, sadece üretebildiği tarım mahsulü ve küçük el zanaatları ile tanımlı ve sınırlıdır; sanayi toplumları ile bütünleşme gerçekleşmedikçe, o toplumların ürettiği mal ve hizmetlerden yararlanma şansı yoktur. İnsan topluluklarını/toplumlarını tanımlayıp sınırlayan, bütünleştikleri toplulukların/toplumların toplam faaliyet ve üretimi olunca, ne ölçüde yüksek seviyede bütünleşme olursa, tanımlanan sınırlar da o ölçüde genişlemekte ve gelişmektedir. Bu çerçevede en yüksek refahı elde etmek için en üst seviyede bütünleşme zorunludur.
———
Geri